Algı yönetimi ve manipülasyon konusunda yazılan kitapların çok büyük bir bölümü işin genellikle psikolojik boyutuna odaklanmaktadır. Psikolojik kuramlara yoğunlaşırken işin uygulama boyutu dikkatlerden kaçmaktadır. Konuyla ilgili bir diğer handikap ise uygulama örneklerinin tamamen yabancı menşeli olmasıdır. Zira kültür ve değerler sistemimiz tamamen farklı olduğundan bazı örnekleri anlamakta güçlük yaşayabiliyoruz.
Bu bağlamda Mücahit Gültekin’in eseri olan Algı Yönetimi ve Manipülasyon birkaç açıdan önem arz ediyor. İlki örneklerin önemli bir kısmının kemikleşmiş literatürden gelmemesi, ülkemize yönelik algı yönetimi projelerini değerlendirmesi ve olaya teolojik açıdan da yaklaşımlar getirebilmesi. Kitapta algı yönetimi ve manipülasyon örnekleri verilirken her üç semavi dinden de ayetler, bölümler ve menkıbeler ile oldukça etkileyici örnekler getirilmiş ve algı yönetiminin tarihsel gelişimi de oldukça ilginç bir perspektifle incelenmiş.
Örneğin; algı yönetimi faaliyetlerinin insanlık tarihi kadar eski olduğu ifade edilirken, şeytanın, Hz. Adem’i aldatması ve manipüle etmesi eşsiz bir kavrayışla tahlil edilmiş, aldatmanın fonksiyonları tek tek ele alınmış. Şeytan, Hz.Adem’in zaaflarından nasıl faydalandıysa, günümüzde de algı yönetmenleri kavimleri kavimlere kırdırıp ülkeleri kan gölüne çevirirken, reklamcılar bu zaaflarımızı kullanarak milyarlarca dolar servet yaratıyor.
Hiç ihtiyacımız olmayan ürünleri satın aldığımızda yuttuğumuz oltanın farkına varıyoruz. Artık ürünler o kadar kaliteli ki fiziksel ömrü uzun yıllar tamamlanmıyor, eskimiyor. Fakat reklamlar ve algı yönetmenleri sayesinde psikolojik ömrü hızlıca tükeniyor. Fiziksel ömrü 10 yıllar olan elektronik aletlerin psikolojik ömrü sadece 1 yıl, en net örnek ise akıllı telefonlar.
Rahatsız edici bilgiler edineceğiniz kitapta ilaç endüstrisinin bizleri nasıl kobay olarak kullandığını, eşcinselliği eleştirmenin hangi süreçlerden geçerek nefret suçu kapsamına alındığını, bilimin, kilisenin yerini alıp nasıl kapitalizmin hizmetine girdiğini ve son tahlilde de algı yönetimi faaliyetlerine karşı algılarımızı nasıl savunacağımızı oldukça nitelikli bir şekilde anlatılmış.
Farklı bir bakış açısı getirmesiyle değerli bir kitap.
BİRİNCİ BÖLÜM
KANDIRMANIN KURALLARI
1) Kural: Amacın Gizlenmesi: “Niçin” Sorusunun Sorulmasına İzin Vermemek
Algı yöneticisi ve manipülatör, çoğu zaman, amacı gizlemek için sahte bir amaç üretir.
Sebepler bir olayın, bir davranışın, bir durumun öncesiyle ilgilidir. Sebep sorusu bizi geçmişe götürür. Amaç sorusu ise bizi geleceğe götürür.
Sebepler olmuş olan şeylerle ilgilenirken, amaçlar olacak olan şeyle ilgilenir. Sebep soruları bizi geçmişe götürürken, amaç soruları geleceğe götürür. Sebepler var olanı bulmayı, amaçlar çıkarım yapmayı ve öngörmeyi gerektirir. Bir olayın/durumun sebebi/sebepleri doğru ve hak olabilirken, amacı/amaçları yanlış ve batıl olabilir.
Sebeplerin amaçları gizleyebileceğini çoğu zaman fark edemiyoruz. Örneğin çocukluğumuzda Ramazan’da teravih namazları akşamları sokağa çıkabilme amacımıza hizmet eden güzel bir sebepti. Dışarı çıkma sebebim ile çıkma amacım arasında kimileyin birbiriyle çatışan farklar bile bulunabilir. Sebepler algı yönetmenleri için amaçları görmemizi engelleyen bir perde gibi kullanılabilir.
2) Kural: Gerçeğe Yaslanmak: Yalanın En İyi Koruyucusu Doğrulardır
Savaş zamanında hakikat, daima bir grup yalanlar muhafızının refakat etmesi gereken çok kıymetli bir mücevher gibidir.
3) Kural: Uzmanlık, Güvenilirlik ve Saygınlık: Akredite Edilmiş Bilgi
7 Aralık 2003 tarihinde İngiliz Observer gazetesinde yayınlanan bir makale o güne kadar pek duyulmamış bir skandaldan bahsediyordu. Skandal şöyle patlak veriyor: Psikiyatrik ilaç üreten firmalar, yeni ilaçlar üretip satabilmek için önce yeni hastalıklar üretiyor ya da yeni üretilen bir ilacın etkililiğine ilişkin bir makale yazıyorlar. Dikkat edin, makaleyi ilaç firması kendisi yazıyor. Sonra alanda uzman bir ismi arayarak, ciddi miktarda bir para karşılığında, bu yazının onun ismiyle yayınlanmasını teklif ediyorlar. Uzman kabul ettiği takdirde makale saygın bir dergide, alanında uzman kişinin etiketiyle yayınlanıyor ve dünyadaki pek çok uzmanın eline ulaşıyor. Derginin ve uzmanın saygınlığına ilişkin şüphe duymayan uzmanlar makalede yazılan bilgileri kendi lisans ve lisansüstü öğrencilerine ulaştırıyor. Oradan da bu bilgiler halka taşınıyor.
Dünyada en çok satılan ilk 10 ilaçtan üçünün psikiyatrik ilaçlar olduğunu biliyoruz. Öyle görünüyor ki, bilim dünyası ile ilaç endüstrisi arasında görünenden farklı bir ilişki var. Son 60 yılda psikiyatrik hastalıklarda muazzam bir artış söz konusu. 1952 yılında tanımlanmış 26 psikiyatrik hastalık varken, bu rakam 2000’li yıllara gelindiğinde 394’e çıkıyor. Hastalıkların artması demek; yeni ilaçların üretilmesi, piyasaya sürülmesi ve dolayısıyla ilaç endüstrisinin kasasının dolması demektir.
Cosgrove ve arkadaşlarının 2006 yılında yaptığı ve Amerikan Psikiyatri Birliği’ni açıklama yapmaya zorlayan araştırma, bilim adamları ve ilaç şirketleri arasındaki bağlantıları gözler önüne seriyor. Araştırmaya göre DSM’yi (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nın kısaltılmış halidir.) hazırlayan 170 panel üyesinin 95’i (%56) farmakolojik ilaç şirketleriyle ilişki içindeydi. Depresyon gibi en yaygın hastalıkların tanımlandığı panelin üyelerinin ise tamamı ilaç şirketleriyle bağlantılı olarak çalışıyordu.
Bundan 20 yıl önce pek kimsenin bilmediği ama bugün günlük konuşmaların içinde bile yer alan “panik atak hastalığı” böyle bir pazarlama sürecinin önemli bir örneği. Paxil ilacının üreticisi GSK (GaloxoSmithKline) sosyal anksiyete kavramını hastalık olarak sunan bir kampanya hazırlamışlar. Kampanyanın amacı sosyal anksiyete hastalığını halka tanıtmak. Bunun için ilaç firması, Cohn&Wolfe isimli bir halkla ilişkiler firmasıyla anlaşmış. Kampanya, Paxil halka arz edilmeden önce pazarı oluşturmayı amaçlıyordu. Cohn&Wolfe etkili bir kampanya yürütmüş. Moynihan ve Cassels (2006) kampanyanın etkisini şu cümlelerle açıklıyor:
Bir yıl sonra Cohn &Wolfe’un sosyal anksiyete kampanyasında göstermiş olduğu yaratıcılık takdir edildi ve Amerikan Halkla İlişkiler Topluluğu tarafından ödüle layık görüldü. Takdirnameye göre, halkla ilişkiler şirketi psikiyatri uzmanlarını, üçüncü parti temsilcilerini ve hasta ifadelerini başarıyla kullanmış; muhabirleri, tüketicileri ve doktorları yeni hastalık konusunda eğitmişti. ‘Sadece bir yıl içinde 1,1 milyar kez medyada yer almıştı. Ödülü kazanacakları kesindi çünkü Paxil ve sosyal anksiyete konusunda bilincin artması ilacın satışlarını o kadar arttırdı ki, satışlar Zoloft’u geçti ve bir süreliğine Prozac’ın satışlarına ulaştı. Bu sektör için büyük bir başarıydı.
Aslında algı yönetimi ve manipülasyon tekniklerinin ardında yatan temel ilke gayet basittir: Eğer silah üretiyorsanız, savaşa ihtiyacınız vardır; ilaç üretiyorsanız hastalığa. Eğer bilgi üretiyorsanız da cehalete.
Ama doğal olarak, silah üreticileri, “silah satmak istiyorum, savaşa ihtiyacım var?”, ilaç endüstrisi: “Hastasınız ve benim ürettiğim ilaçları satın alacaksınız.” demeyecektir. Bunu silah endüstrisi adına manipüle edilmiş siyasetçiler, din adamları ya da kimi kanaat önderleri yapabilir. İlaç endüstrisi adına da sağlık uzmanları yapabilir.
Bilgi endüstrisinde ise, eğitim camiasında ki çok geniş bir alanı kapsıyor, herkes kendi üstüne düşen görevi yapacak ve halka cehalet içinde olduklarını öğreteceklerdir. Bilgi, fikir ve ideoloji satışı için bu gereklidir. Hasta olduğunu bilmeyen bir kişiye ilaç satabilir misiniz?
4) Kural: Bütünden Koparmak: Derede Boğmak
Emory Üniversitesi’nde dil profesörü olan Mark Bauerlin de Bilge Kral’ın sözlerini doğrulayacak şekilde yazdığı kitaba En Ahmak Nesil ismini vermiş. Bauerlin, “internet gençliği” nin dünyadan haberi olmayan, doğru ve yanlış bilgi arasında ayrım yapamayan, umursamaz-vurdumduymaz, çok yönlü düşünemeyen, sığ bir gençlik olduğunu vurguluyor.
5) Kural: Tekrar: Sürekli Tekrar
Tekrar, bilişsel psikolojinin “bulunabilirlik etkisi” dediği bir mekanizmayı devreye sokar (Sutherland, 2009). Bulunabilirlik etkisi; en son ve en sık duyduğumuz/gördüğümüz, bundan dolayı da akla ilk gelen bilgiyi ifade etmek için kullanılmaktadır.
6) Kural: Bilgiyi İşlemden Geçirmek: Ekleme-Gizleme-Vurgulama
Eklenen küçük bir kavramın halkın kararlarını nasıl etkilediğine ilişkin çarpıcı bir araştırma Amerika’da yapılmıştır (Gültekin ve Şahin, 2015):
Çalışmada “komünist” kelimesinin Amerikalıların “hayati bir konuda” kararlarını nasıl etkilediği araştırılmıştır. Bilindiği gibi bu kelime Amerikan kamuoyunda uzun yıllar yapılan propagandanın etkisiyle “tehlike” olarak kodlanmıştır. Çalışmada katılımcılara, Amerika’nın bir savaşa müdahale edip etmemesine yönelik fikirleri sorulmuştur. Ancak bu soru, iki farklı şekilde düzenlenmiştir. Birinci soru: “Eğer dünyanın bir başka bölgesinde Vietnam sorununa benzer bir durum ortaya çıkarsa size göre ABD oraya asker göndermeli midir, yoksa göndermemeli midir?” şeklinde yöneltilirken, ikinci soru: “Eğer dünyanın bir başka bölgesinde Vietnam sorununa benzer bir durum ortaya çıkarsa size göre ABD komünist işgalini önlemek için oraya asker göndermeli midir, yoksa göndermemeli midir?” şeklinde düzenlenmiştir. İlk soruya “asker göndermelidir” diyenlerin oranı %18,3 iken, ikinci soruya “asker göndermelidir” diyenlerin oranı %33, 2 olmuştur.
Görüleceği üzere soruya eklenen küçük bir kelime, “kömünist” kelimesi,“ evet” cevabını nerdeyse %100 arttırmıştır.
David Healy, depresyonu iyileştirdiği iddia edilen bazı ilaçları üreten firmalarının arşivlerine girdiğinde bu ilaçlar piyasaya sürülmeden önce yapılan deneylerin bazı sonuçlarının kamuoyundan gizlendiğini ortaya çıkarmıştı. The Guardian’da yayınlanan habere göre, ilaç firmaları deney sonuçlarını kamuoyuyla paylaşırken, bu ilaçların “intihar riskini arttırdığı” bilgisini çıkararak paylaşmıştı.
Algı yönetmenleri ve manipülatörlerin bilgiyi işlemden geçirirken başvurdukları bir diğer teknik vurgulamadır. Bir haberde neyin öne çıkarılacağı, hangi hususun vurgulanıp manşete taşınacağı, hangi bilginin önemsizleştirileceği dikkatle hesaplanmaktadır.
Örneğin, eğer yolsuzluğa bulaşmış birinin babası imamsa, haber; “İmam’ın Oğlu Hırsız Çıktı” manşetiyle verilmektedir. Haberde hırsızlıktan ziyade, hırsızın babasının kimliği öne çıkarılmakta; “Dinden, imandan, ahlaktan bahseden adamlara güven olmaz” mesajı verilmektedir. Mesela şöyle bir haberle muhtemelen hiç karşılaşmamışsınızdır: “Elektrik Mühendisinin Kızı Alkollü Araba Sürmekten Ceza Aldı.”
7) Kural: Akla Değil Duygulara Hitap Etme: Korku, Öfke, Şehvet
Pazarlama uzmanları iyi bir pazarlamanın sırrının duyguları harekete geçirmekte olduğunu belirtiyor. Çünkü duyguların aklı gölgelediğini ve hatta bilişsel süreçleri bir müddet felç ettiğini biliyorlar.
Psikologlar kaybetme riskinin kazanma olasılığına oranla insanların karar vermelerinde daha etkili olduğunu keşfetmişlerdir.
Korku gerçekten de iyi bir satış aracıdır. Sözgelimi, Amerika bütün dünyaya yaklaşık 100 yıldan beri korku satmaktadır. Amerika, 1990’lı yılların başına kadar komünizm korkusu satarak kendi halkına, Avrupa’ya ve diğer bölgelere müdahale etmesinin rasyonel gerekçesini oluşturmuş; “Ben olmazsam, komünizm gelecek” tezini sürekli işlemiştir.
l980’lerin ortasında S. M. isimli bir kadın Iowa Üniversitesi Sinirbilim bölümüne gitti. Sorunu ilginçti: Hiç bir Şeyden Korkmuyordu. Kadında genetik bir sorun tespit ettiler. Urbach Wiete denilen bu hastalıkta beyinde biriken kalsiyum çözeltileri korkunun yönetildiği amigdalayı hasara uğratmıştı.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BİLİMLE ALGI YÖNETİMİ VE MANİPÜLASYON
Aids’in Adı Nasıl Değiştirildi?
Algı yönetmenleri bir ürünün halk tarafından benimsenmesi için o ürünle negatif bir unsurun ilişkilendirilmemesi gerektiğini belirtmektedir. Eşcinselliği pazarlayan algı yönetmenleri eşcinselliği “normal, sağlıklı” bir yaşam biçimi olarak sunmak için eşcinsellikle ilişkili bütün negatif kavramları literatürden kovmuşlardır. Bunu gerçekleştirmek için, bilimsel ve sosyal kontrol araçlarını güçlendirmeye önem vermişlerdir. Örneğin bir yiyeceğin kanserle ilişkilendirilmesi, nasıl ki o ürünün satışını azaltıyorsa, eşcinselliğin satışını zorlaştıracak bütün negatif kavramlara karşı bir sansür sistemi geliştirilmiştir. Eşcinsellik ve eşcinsellerin negatif ilişkili olduğu durumları ortaya koyacak araştırmalar yapılması yasaklanmıştır. Bunun için “Hate Crime” (Nefret Suçu) kavramına dayanılmaktadır. Eşcinsellikle ilişkili olumsuz çağrışımlara neden olacak her şey nefret söylemi olarak etiketlenmektedir. Böylelikle eşcinsellikle ilgili gerçeklerin araştırılmasının önü kapatılmaktadır. Amerika’da” 2005’te yapılan bir araştırmada bütün ergen ve yetişkin erkekler arasında HIV virüsü taşıyanların %71’inin erkek eşcinseller olduğu belirtilmiştir.
North American Man and Boy Love Association (NAMBLA) olarak bilinen ve binlerce üyesi bulunan eşcinsel bir grup, küçük çocuklara cinsel sarkıntılığın legalleşmesi için çaba göstermektedir. NAMBLA’nın sloganı “8 yaşından önce seks yap” şeklinde belirlenmişti.
“Güneşi Gördüm” filmiyle “Brokeback Dağı” filminin dayandığı ortak bir ayrıntının fark edilmesi önemlidir. Kürt kimliğinin Türkiye’deki “erkek” çağrışımı, Amerika’da “kovboy” için geçerlidir. Her iki film de algı yönetiminin temel bir kural olarak hitap ettiği toplumun kültürel değerlerine dayanmakta ve farklı kültürel kodlara sahip iki halka da “eşcinsellik doğuştan gelmektedir” mesajı verilmektedir.
Harry Hay Kimdir: LGBT Hareketler Pedofiliklerle Aynı Organizasyon Altında:
LGBT toplulukları şimdilerde pek hatırlamak istemese de ilk LGBT organizasyonu olan Mattachine Society’ nin kurucusu olan Harry Hay, aynı zamanda bir pedofilikti. Hay, eşcinselleri açıktan savunan ilk manifestoyu Kinsey’ ın araştırmasının yayınlandığı yıl olan 1948 yılında yapmıştı.
Pedofili Partisine İzin
Hollanda’da pedofili partisi PNVD’nin engellenmesi için yapılan başvuru mahkeme tarafından reddedildi. Lahey Bölge Mahkemesi, PNVD’nin (Kardeşçe Sevgi, Özgürlük Ve Farklılık Partisi) de diğer partilerle tüm haklara sahip olduğu kararına vardı.
Mahkeme, Solace adlı bir grubun başvurusuyla ilgili olarak “Onlar sadece moral değerleri ifade etmek istiyorlar. Ortada bir partiyi kapatmaya yetecek kadar delil yok” dedi. Hollanda’da Mayıs ayında tanınmış 3 pedofil tarafından kurulan PNVD, 12-16 yaş arası çocuk pornografisinin ve hayvanlarla seksin legalleşmesini savunuyor. Parti, çocuk pornosu bulundurmanın ve televizyondan yayının serbest bırakılmasını istiyor.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
MEKKE-MEDİNE’DE ALGI YÖNETİMİ VE MANİPÜLASYON
Magna Ve Carta ve Modern Manipülasyon Çağının Başlangıcı
Algı yönetimi ve manipülasyon teknikleri gelişimiyle demokrasinin gelişimi arasındaki paralelliği fark etmek önemlidir. Schiller’in de işaret ettiği gibi, manipülasyon ve algı yönetimi demokrasinin bir yönetim biçimi olarak yaygınlık kazanmasıyla birlikte gelişmiş ve özel bir uzmanlık haline getirilerek sistematize edilmiştir.
63 maddeden oluşan sözleşmenin özellikle 39. maddesi modern demokrasi anlayışının ve hukuk devletinin de temeli kabul edilmektedir:
“Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”
Bu madde modern hukuk devletinin ve parlamenter demokrasiye giden yolun başlangıcı olarak yorumlansa da gerçekte, maddede geçen “özgür hiç kimse” tabiri önem taşıyordu. Baronlar bu kavramla, kendi toprakları ve köleleri üzerindeki hakları Kral’a hatırlatıyorlar ve bu maddeyle Kralın kendi üzerlerindeki ekonomik baskısına karşı çıkıyorlardı.
Demokrasi, güçlüler arasında bir denge kurma sistemi olma özelliğini halen devam ettirmektedir. Siyasal otorite, aynen Ortaçağ’da Katolik Kralların tüccarların deniz aşırı ticaret seferlerini desteklemesi ve Kristof Kolomb’u yeni kıtaların keşfi için uzun seferlere göndermesi gibi, bugün de çok uluslu şirketlerin taleplerini dikkate alan siyasal düzenlemeler yapmaktadır.
1450 yılında Johannes Gutenberg’in icad ettiği matbaada ilk bastığı kitabın İncil olması (Küçükcan, 2006) Önemlidir. İncilin basılması, bilginin kontrol edildiği tek merkez olan Kilise’nin bu önemli konumuna esaslı bir darbe anlamına geliyordu. Bilindiği üzere, İncil’i sadece kilise yorumlayabiliyor dolayısıyla İncil’in kendisi aracılığıyla kilisenin yorumları da kutsallaşıyordu. İncil’in basılması, İncil’in ulaşılabilir bir metin olmasına ve metnin üzerinden başka yorumlar yapılmasına imkân veriyordu. Bu tam da burjuvanın istediği şeydi. Metnin kendisi kutsal olmakla birlikte “algılanan” bir şeydi. Algısal farklılıklar kaçınılmazdı ve tabi ki, algılarla oynamak metinle o oynamaktan daha az riskli idi.
Luther’in en meşhur eseri olan Hıristiyan Kişinin Özgürlüğü Üzerine (Von der Freiheit des Crhristenmenschen” kitabının temel kavramı “özgürlük(freihet)”tür (Alatlı, 2010).
Luther’in Hıristiyanlığın doğasını yeniden değiştiren temel tezi, Papa’nın İncil’i yorumlamasıyla sıradan bir Hristiyan’ın İncili yorumlamasını eşitlemesi olmuştur Ona göre, vaftiz edilen herkes bir piskopos olabilirdi. İyi bir inanan olması için Papa’ya gerek yoktu. Kilise’nin Tanrıyla inananlar arasından çıkması gerekiyordu. İncil’in basılıp farklı dillere tercüme edilmesi sıradan Hristiyanların İncil’i okumasını ve yorumlamasını sağlayabilmesi açısından önemliydi. Kutsal Metnin aracısız yorumlanabilirliğine ilişkin bu sarsıcı tez, sadece bir “yorum özgürlüğü” getirmiyor, farklı yorumlardan birini seçme özgürlüğünü de beraberinde getiriyordu.
Kutsaldan bağımsız özgür düşünce ikliminde gelişen bilimler zamanla felsefeyi de hayatın dışına itip etkisizleştirmeye çalıştı. 19. yüzyılın düşünce atmosferine hâkim olan pozitivizm Kilise’nin rolünü üstlenir bir görünüm taşıyordu. Kutsal metinin yerini doğa, Rahiplerin yerini de bilim adamları almıştı. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu din adamları yerine bilim adamları belirlemeye başlamıştı. Kilise ve iktidar arasındaki ilişkiye bir üçüncüsü eklenmiş, Kilise’nin yerini bilim almış ve yeni dünya bilim-iktidar ve kapitalizm üçgeninde şekillenmeye başlamıştı.
Peygamberler Algı Yönetimi ve Manipülasyona Karşı Mücadele Etmiştir
Algı yönetimi ve manipülasyon çağı, bilgi kaynaklarını çoğaltmasına rağmen, doğru bilgi kaynağını tahfif ederek, karalayarak, ya da gürültü içinde boğarak idraklerden uzak tutmayı hedeflemektedir.
Algı yönetmenleri ve manipülatörlerin hakikate karşı geliştirdikleri tepki “topla değil adamla oynamak” anlamına gelen “ad hominem” argümanlarıdır. “Ad hominem” latince “kişiye yönelik demektir. Tartışmalarda kullanılan bu metot zor durumda kalan tartışmacının genelde kendi pozisyonunu savunacak bir argümanı kalmadığında sığındığı bir yoldur.
Günümüzün büyük güçleri, dünyayı ifsada boğarken, “demokrasi, insan hakları, özgürlük ve eşitlik” için bunları yaptıklarını söylemektedirler. Ama maalesef onların yalan söylediklerini ancak onlar işlerini gördükten sonra anlayabiliyoruz.
Hangi durumda nasıl bir karar alınacağı tamamen ortamı/bağlamı/koşulları bu ilkeden yola çıkarak hikmetli bir şekilde okuyabilmekle ilgilidir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
KANDIRILMAYA YATKIN KİŞİLİK VE ALDATILMANIN PSİKOLOJİSİ
İnsanın pek çok özelliğinin (acelecilik, menfaatçilik vb. gibi) onu aldatılmaya eğilimli hale getirdiğini söyleyebiliriz. Ama biz insanı “aldanan bir varlık” haline getiren 3 temel özelliği üzerinde duracağız. Bunlar; unutkanlık, duygusallık ve tefekkür zaafıdır.
İlk Kandırılma: Cennette Algı Yönetimi
Şeytan bütün negatif koşullar altında öyle bir argüman kullandı ki, hedefine ulaştı. Şeytan’ın apaçık bir düşman olarak, deplasmanda zafere ulaştıran argümanı incelemeye değerdir.
Şeytan yasağa ilişkin Adem’in perspektifini, algısını değiştirmek için, “Bu ağaç size niçin yasaklandı?” diye sormuş ve algı yönetimini şu iki argüman üzerine bina etmiştir,
- “Melekler gibi olmamanız”
- “(Cennette) ebedi kalmamanız”
Şeytan, bu aldatıcı vaatlerde bulunduktan sonra doğru söylediğine, onların iyiliklerini istediğine dair bir de yemin etmiştir. Şeytan’ın bu argümanlarından anlıyoruz ki, Şeytan Adem’i analiz etmiş ve onun iki temel zaafını tespit etmiştir. Buna göre:
- Hz. Adem’in melekler gibi olma arzusu, ve;
- Cennette ebedi kalamama korkusu/kaygısı vardı.
Şeytan’ın kurguladığı argüman Hz.Adem’in bu arzusu ve kaygısından faydalanmıştı. Şeytan’ın kurgusu, Hz. Adem’in psikolojik dünyasındaki bir gerçekliğe tekabül etmişti.
İnsan Kendini Kandıran Bir Varlığa Dönüşebilir
Bir insan aldanabilir. Ama aldanışın rasyonalize edilmesi, çok daha tehlikelidir.
Bir aldanma olayında asıl tehlike buradadır. İnsan nefsini temize çıkarmaya eğilimlidir. Halbuki insan, nefsini temize çıkarmak değil, nefsini tezkiye etmekle sorumludur. Eğer insan yanlışını savunmaya başlarsa, bunun bedeli çok daha ağırlaşır ve yanlış üreten bir zihne sahip olur. Doğruları görememeye başlar. Günah işlemek başka bir şey, günah üreten bir perspektife sahip olmak başka birşeydir. Günah affedilebilir ama günahı savunmak/rasyonalize etmek kişinin şeytanlaşmasına yol açabilir.
Hz.Adem’in kandırılma sahnesinden çıkardığımız sonuçları şu maddelerle özetleyebiliriz.
- İnsanoğlu kandırılmaya yatkın bir varlıktır.
- İnsanoğlu, dostunu da düşmanını da unutabilen bir varlıktır.
- Şeytan insanın zaaflarını iyi çözümleyen usta bir aldatıcıdır. Kendisi için en olumsuz koşullarda bile, şartları lehine çevirebilecek inandırıcı argümanlar kurgulayabilir. Diğer bir ifadeyle, insan en avantajlı koşullarda bile kandırılabilen bir varlıktır.
- Arzularımız ve korkularımız kontrol edilmediğinde bizi kandırılmaya yatkın hale getirir; düşmanımızı göremememize, dostumuzu unutmamıza sebep olur.
- Düşmanı tanımamak, düşmanın düşman olduğunu unutmak bizi kandırılmaya hazır hale getirir.
- Düşman koşullara, içinde bulunduğumuz bağlama ve psikolojik gerçekliğimize uygun yalanlar söyler. Diğer bir ifadeyle, şeytan standart basmakalıp söylemler kullanmaz; kişiye özel fısıldar.
- Tefekkür, akletme (eleştirel sorular sorma) aldatıcının oyunun“ görmemizi sağlayabilir.
- Bir kandırılma durumunda asıl sorun, kanmamıza sebep olan eylemi/ameli rasyonalize edip nefsimizi temize çıkarmaya çalışmaktır. Eğer bu yapılmaz ise, kandırılmak, sonrası için bir fırsata da dönüştürülebilir; bizi algı yönetimi ve manipülasyonlara karşı aşılayabilir. Peygamber Efendimizin, “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz” hadisini de bu bağlamda anlayabiliriz.
Düşmanı Unutmak: Şeytanın En Büyük Gücü Kendisini Unutturmasıdır
Başrolünde Kevin Spacey’in oynadığı Olağan Şüpheliler filminde Verbal Kint (Kevin Spacey) filmin bir yerinde kendisini sorgulayan FBI görevlisine “Şeytanın en büyük gücü kendisinin olmadığına inandırmakmış” der.
Algı yönetmenlerinin oynadığı en güçlü oyunlardan biri, bizi düşmansız bir dünyada yaşadığımıza inandırmaktır. Çevremizde olup biten kötülüklerin sanki kendiliğinden/doğal bir süreç içinde olduğu gibi bir atmosfer içine sokuluyoruz.
Unutmayı Tercih Edenler: Seçici Unutma
Psikolojik araştırmalar bazı kişilerin unutmayı tercih ettiğini gösteriyor. Gerçekle yüzleşmeye ve mücadele etmeye cesareti olmayan bu kişilik tipi, unutarak rahatlamaya çalışıyor. Psikanalizin “seçici unutma” dediği bu durum, kişinin kendini rahatsız eden gerçeklerden kaçmak için, bu gerçekleri başka şeylerle bastırması anlamına geliyor.
Koskoca bir eğlence endüstrisi dünyanın bu “sıkıcı” gerçeklerinden kaçınmak için unutmayı seçenlere sayısız alternatif sunuyor. Okey masasında, televizyon ekranında, klavye başında, oyun konsolunda, rakı masasında, kapalı tribünde, konser sahnesinde, sinema perdesinde unutulan bu “sıkıcı” gerçekler günün birinde bu kişilerin yakasına yapışıyor, Bu gerçeklere karşı hiç bir hazırlığı olmayan kitleler unuttukları düşmanın kolay lokması oluveriyor.
Afrika’nın ya da Ortadoğu’nun yaşadığı açlığı, savaşları ve yoksulluğu onların cahilliklerine ya da eğitimsizliklerine bağlayan çok sayıda yazı okudum ya da konuşma dinledim. Hepimize bu yaklaşım biçimin öğretildiğini fark etmemiz algı yönetmenlerinin kullandıkları teknikleri anlamamız açısından da çok önemlidir. Evet, bu açıklama biçimi bize algı yönetiminin bir parçası olan bilim adamları ve aydınılar tarafından öğretilmiştir. Niçin sömürülüyoruz? Çünkü bunun sebebi biziz. Eğitimsizlik, cehalet vs. Asıl sebep bunlardır. “Suçluyu gözlerden uzaklaştıran/unutturan ve yaşanan problemi mağdurun/kurbanın zaaflarına bağlayan bu yaklaşım biçiminden herhalde en fazla problemin asıl failleri mutlu oluyordur.”
Duygusal Kişiler Mantıklı Açıklamalara Karşı da Duygusal Direnç Gösterir
Bir kişi herhangi bir olaya/duruma/soruna karşı bir görüş bildirdiğinde ve bu görüşünü çevresiyle paylaştığında bu görüşünün aksine kanıtlar gelse dahi ilk ortaya koyduğu görüşten dönme olasılığı zayıftır.
Buradaki kritik nokta, kişinin görüşünü “başkalarıyla” paylaşmasıdır. Bu aşamadan sonra kişi görüşünü değil bir bakıma kendini savunmaya başlar.
Yeni Bilgi Mevcut İmgenin Bir Parçası Haline Getirilir
Yeni bir algı çerçevesi oluşturmak, yeni verileri bambaşka bir şekilde yorumlamayı sağlar. Perspektifin değişmesi, gördüğümüz şeyleri de değiştirir. Psikolojik danışma için gelen bir danışan, kapı komşusuyla ilgili şöyle bir olay anlatmıştı: “Çok iyi arkadaştık. Birbirimize gidip geliyorduk. Kocasından yıllar önce boşanmıştı. Sonra mahalleden biri bana o kadının kötü yola düşmüş bir kadın olduğunu söyledi. Bunu, söyleyince, anladım. Gerçekten de zaman zaman ona misafir gelen bir erkek vardı. Ben o zamana kadar dayısıdır; amcasıdır diye düşünmüştüm. Meğer müşterisiymiş…”
“İyi kadın” perspektifi gelen kişiyi “dayı, amca” olarak yorumlamayı sağlarken, “kötü kadın” perspektifi, gelen kişiyi müşteri olarak yorumlamaya neden olmuştur. Algı çerçevesi/perspektif bir defa oluştuktan sonra gelen bilgiler, bu çerçevenin içinde anlamlandırılır.
Bilişsel psikolojiye göre, bilgi belirsizleştikçe kişi kendi düşüncesine daha fazla inanır ve yerleşik bakış açısına daha fazla teslim olur. Bu durum gerçekte bir savunma mekanizmasıdır. Psikanalizin “regresyon” dediği bir mekanizmaya oldukça benzemektedir. Yeni bilginin getirdiği zihinsel kaosla mücadele etmenin zorluğundan kaçan birey, “en iyi bildiği” “en sade” “en basit” “en eski” konumuna daha bir fazla yapışır. Artık bu aşamada herkes kendi kanıtlarına daha fazla sarılır.
ALTINCI BÖLÜM
ALGI YÖNETİMİ VE MANİPÜLASYONA KARŞI DİRENME
İnsanlık tarihinin başlangıcı bir kandırma hadisesine dayanır. Hz. Adem şeytan tarafından kandırılmış ve bizim dünya maceramız başlamıştır. Bu bakımdan insanlık tarihi bir bakıma kandıranların ve kandırılanların tarihidir.
Tefekkür ve Eleştirel Düşünme Becerilerini Geliştirmek
Modern dünya düşünen, okuyan, araştıran ve sorgulayan değil; izleyen bir kuşak var etmiştir. Görsel kültür; her şeyin izlenerek öğrenebileceği gibi bir algı oluşturmuştur. Öğrencilerime, bir kitap tavsiye ettiğimde, “filmi var mı?” diye soruyorlar. Okumak zahmetli, seyretmek eğlenceli bir şey olarak görülüyor.
Eleştirel Düşünmenin Tanımı
Eleştirel kelimesi TDK sözlüğünde (1988) “Bir insanı, bir eseri, bir konuyu, doğru ve yanlış yönlerini inceleme işi” şeklinde tanımlanmıştır. Tanımdan da anlaşılacağı gibi eleştiri sadece yanlışları değil, doğruları da ortaya çıkarmaya çaba gösterir. Eleştiri kelimesinin İngilizcesi “critic” tir. Bu kavram, anlayarak anlamı yargılamak manasına gelen “kriticos” kelimesinden gelmektedir. Kriter kelimesi ise, “anlamlılık standartları” demektir (Gülveren, 2007). Eleştirinin Arapçası “tenkid” dir. Tenkid, kelimesi nakd kökünden gelir ve sahte parayla gerçeğini bir birinden ayırmak gibi bir anlama sahiptir.
Eleştirel Düşünenler Kanıt Ararlar
- Kanıt var mı’? Kanıtları göz ardı ediyor muyum? (Kanıt temelli düşünme)
- Kanıtın ulaştığım yargıyla ilgili mi? Getirilen kanıt, öne sürülen argümanlar/iddiayla ilgili mi? Örneğin iş başvurusunda bulunan Ahmet’in temiz giyimli olmasını dürüst birisi olduğuna bir kanıt olarak gösterirsek ilgisiz bir kanıt getirmiş oluruz. Temiz giyimli olmak ile dürüst olmak arasında doğrudan bir ilgi yoktur.
- Eldeki kanıt/ lar öne sürülen iddia/argüman için yeterli sayıda mı? Örneğin Mehmet’in başarısız bir öğrenci olduğuna kanıt olarak Türkçe dersinden zayıf almış olmasını kanıt olarak sunduğumuzu düşünelim. Mehmet’e başarısız diyebilmemiz için bu kanıt yeterli değildir. Diğer derslerine de bakmak gereklidir. Ya da Mehmet’in evlenmek için uygun birisi olduğuna dair; yakışıklılığını, işinin olmasını, evinin ve arabasının olmasını kanıt olarak getirdiğimizi düşünelim. Bunlar bir kişinin evlenmek için uygun olduğuna yeterli kanıtlar değildir.
- Getirilen kanıt güçlü mü? Bazen kanıt sayısı fazla olabilir ama kanıtlar zayıf olabilir. Bu durumda güçlü bir kanıt kadar etkili olmayabilir.
- Kanıtları kendi duygularım ya da görüşlerimin etkisiyle çarpıtıyor muyum? Ya da kanıt getiren kişi duygularım işin içine katıyor mu? Duygular, daha önceki sayfalarda ve bölümlerde aktardığımız gibi kanıtları çarpıtmamıza (küçültmemize ya da abartmamıza yol açabilir)
- Tersi kanıtları göz ardı ediyor muyum ? Getirilen kamtları çürütmek için karşı kanıtlara yer veriliyor mu? Karşı kanıt getirildiğinde iddia sahibi nasıl cevaplıyor? Eleştirel düşünenlerin Önemli bir özelliğide hoşlarma gitsin ya da gitmesin bir argümanla ilgili sunulan kanıtların tersi kanıtlar olup olmadığını araştırırlar. Özellikle olmasıru istediğimiz olaylar için tersi kanıtlar aramak önemli bir özelliktir.
Gözlemlerin ve Kaynağın Güvenilirliğini Yargılayabilirler
Yaşadığımız dünyada, nelerin haber olup olmayacağı, hangi haberin ilk sayfada , ya da iç sayfalarda yer alacağı, hangi haberin hangi kavramsal çerçeve içinde sunulacağı tamamen haberi veren kaynaklarla ilişkilidir.
Olgu ve Görüş Arasındaki Farka Duyarlıdırlar
Olgular herkes tarafından kabul edilebilecek verileri sunar. Görüşler ise tartışmaya açıktır. Örneğin, “Furkan saçlarını kestirmiş” ifadesi bir olguyken, “Furkan’ın yeni saç modeli ona çok yakışmış” bir görüşü ifade eder ve tartışmaya açıktır.
Algı Yönetimi ve Manipülasyon
Yayınevi : Pınar Yayınları
Yazarı : Mücahit Gültekin
View Comments (3)
Merhaba, ikinci bölümü ki bence çok önemli olan "algı yönetiminin anahtar kavramı:özgürlük" bölümü niye yok?
Metni böldüğümde anlaşılır olmayacaktı, tamamının okunması gerektiğini düşünüyorum. Çok önemli gerçekten.
Yapmış olduğunuz bu özet çalışma gerçekten zihin açıcı ve çok faydalı. İlk başta kitabı okumaya gerek bırakmaz gibi düşünülüyor ama okudukça kitabı okumanın elzem olduğu aşikar oluyor.