Incognito kitabı ile tanıştığım David Eagleman‘ın ikinci harikası Beyin Senin Hikayen de kütüphanemde yerini aldı. Bilimsel bir roman kıvamındaki kitabı bitireli bir kaç gün oluyor, fakat tadı birkaç hafta daha damağımda kalacak gibi görünüyor.
Okuduğunuz her kitapta dikkatinizi diğer bölümlerden daha fazla çeken bölümler ve kavramlar oluyor. Nöroloji adına okuduğum kitaplardan Prof. Dr. Sinan Canan’ın Unutulacak Şeyler kitabında aklıma kazanan kavram “Akış Hali” oldu. Üzerinde çok düşündüğüm ama anlamlandıramadığım bir hal idi, okuduğumda büyük bir rahatlama yaşadım. Akış Hali’ni en iyi anlatan videolardan biri de şüphesiz Messi’nin, Maradona vari attı goldü.
Maradona ve Messi’nin böylesi bir gölü atabilmesinin en temel nedeni bütün bedenini topla birleştirebilmesi ve akış haline geçebilmesi.
Beyin; Senin Hikayen kitabında zihnimdeki boşluğu dolduran kavram ise Belirme veya daha kapsamlı bir anlama sahip olan Tezahür kavramı oldu. Nörolojinin ve kaos teorisinin üzerinde en fazla çalıştığı kavramların başında gelen bu kavramı kısaca; birbirinden bağımsız basit bileşenlerin belirli bir düzene göre bir araya gelerek kendilerinden çok daha aşkın bir “şey”i ortaya çıkartmaları olarak tanımlayabiliriz. Eagleman’ın bu konudaki örneği ise kavramın anlaşılmasını kolaylaştırıyor:
Bir uçaktaki hiçbir metal parçası, tek başına uçma özelliğine sahip değildir; ama parçaları doğru biçimde bir araya getirdiğinizde uçma olgusu belirir.
Bunlar sadece kitapta öne çıkan lezzetler, kitabın sayfalarında gezinirken nice nöral ziyafetle karşılaşacaksınız, ısrarla tavsiyedir.
1 – BEN KİMİM
Çevremizden inanılmaz ölçüde etkilenebilen canlılarız. İnsan beyninin benimsediği doğaçlama stratejisine bağlı olarak, kim olduğumuz, büyük ölçüde nelerden geçtiğimize bağlıdır.
Ergenlik yılları
Çok değil yalnızca birkaç on yıl önce, beyin gelişiminin çocukluk döneminin sonunda büyük ölçüde tamamlanmış olduğu düşünülmekteydi. Şimdi biliyoruz ki, insan beynindeki yapım süreci yaklaşık yirmi beş yaşın sonuna kadar sürer.
Ergenlikte beynin yapılandırılması
Dürtü kontrolünde önemli rol oynayan “dorsolateral prefrontal korteks” en geç gelişen alanlardan biri olup, 20 li yılların başına kadar yetişkinlerdeki düzeyine ulaşamaz.
Yetişkinlikte plastisite
İçinde doğduğunuz aile içinde yaşadığımız kültür ve arkadaşlarınız, işiniz ve izlemiş olduğunuz her bir film yapmış olduğumuz her bir sohbette, sinir sisteminiz üzerinde iz bırakmıştır. Bu kalıcı, mikroskobik izler, birikerek sizi siz yapan bütünü oluşturur ve nasıl birine dönüşebileceğinizle ilgili sınırlamalar getirir.
Tek bir olayı yaşamınızın farklı dönemlerinde farklı biçimlerde hatırlarsınız.
Bellek yanılır
Anıların biçim değiştirebildiğine ilişkin ilk ipuçları, Kaliforniya Üniversitesi’nin bir Irvine yerleşkesinde görev yapmakta olan Profesör Elizabeth Loftus’tan gelir. Loftus, anıların ne kadar kırılgan olabileceklerini göstererek, bellek araştırmaları alanında dönüşüme uğratmıştır.
Loftus, tasarladığı deneyde, gönüllülere araba kazası filmleri izletmiş ve neler hatırlattıklarını sınamak için onları bir dizi soru sormuştu. Soruların nasıl sorduğunda aldığı yanıtları da etkilemişti. Şöyle açıklıyor Loftus: “Arabaların birbirine vurduklarında hangi hızla gitmekte olduklarını sorduğumda, yapılan tahminler, arabaların çarpıştıklarında hangi hızla gitmekte olduklarını sorduğumda yapılan tahminlerden farklıydı. ‘Çarpışmak’ sözcüğünü kullandığımda da arabaların daha hızlı gittiklerini sanıyorlardı.” Gizli imalar taşıyan soruların belleği bulandırabileceği sonucunu ilginç buldu.
Beyin yaşlanınca
Ekip, araştırmanın başlangıcında bunamanın en sık görülen nedenlerinden Alzheimer, inme ve Parkinson hastalıkları ile bilişsel gerileme arasında bariz bir bağlantı bulmayı beklemişti. Ama buldukları şey başkaydı Alzheimer hastalığının yarattığı tahribatla yamru yumru hale gelmiş bir beyin dokusu, kişinin mutlaka bilişsel sorunlar yaşayacağı anlamına gelmemekteydi.
Bennet, bilişsel kayıplar yaşanıp yaşanmayacağının psikolojik ve deneyimsel faktörlerce belirlendiğini keşfetti. Özellikle de beynin etkin kalmasını sağlayan kare bulmaca, okuma, araba kullanma ve yeni beceriler öğrenme ve sorumluluk alma gibi bilişsel egzersizlerin hastalıktan koruyucu etkileri de vardı. Aynı şey, sosyal etkinlikler, sosyal ağlar ve etkileşimler, fiziksel egzersizler için de geçerliydi.
Buna karşılık, yalnızlık, kaygı depresyon acı ve üzüntüye yatkınlık gibi olumsuz psikolojik faktörler de bilişsel gerilemenin daha hızlı seyretmesine neden oluyordu. Vicdanlılık, yaşam amacının olması ve kendine meşgale yaratmak gibi olumlu özellikler ise koruyucuydu.
ABD bayrağı Nazi bayrağı
Fiziksel nesneleri yorumlama biçiminiz, neredeyse tümüyle beyninizin işlemiş olduğu tarihsel yola bağlıdır. Ve bunda nesnelerin kendileri çok az paya sahiptirler. Bu iki dikdörtgen, birtakım renk düzenlemelerinden ibarettir. Bir köpek aralarındaki farkı göremez. Bu iki şekle tepkiniz her ne ise, şekillerin kendileriyle ilgili değil, tamamen sizinle ilgilidir.
2- GERÇEKLİK NEDİR
Duyularda eşzamanlılık
Siz an’ı yaşadığınızı hissedene kadar, o an çoktan uçup gitmiştir. Duyulardan gelen bilginin eşzamanlı hale getirilmesi için ödediğiniz bedel, bilinçli farkındalığın fiziksel dünyanın gerisinden gelmesidir. Bu, olayın gerçekleşmesi ile onu deneyimlemeniz arasındaki aşılmaz boşluğu temsil eder.
4- NASIL KARAR VERİRİM
Karar vermenin görünmez mekanizmaları
Ceza evinde kalmakta olan iki hükümlünün, şartlı tahliye kurulunun önüne çıkması planlanmış. Hükümlülerden biri kurulun huzuruna 11.27’de çıkıyor. Suçu dolandırıcılık, ceza süresi ise otuz ay. Diğer hükümlünün kurul önüne çıktığı saat ise 13.15. Suçu ve ceza süresi, birinci hükümlüyle aynı.
İlk hükümlünün şartlı tahliyesinde izin verilmezken, karar ikinci hükümlü için olumlu. Neden? Kararda etili olan şey ne? Irk mı? Görünüş mü? Yaş mı?
Bin yargı kararının ele alındığı 2011 tarihli bir çalışmaya göre ana etken yukarıda sıralananlardan herhangi biri değil, daha çok açlıktı. Bir hükümlünün şartlı tahliye şansı, kurulun yemek molasının hemen sonrasına denk gelmesi durumunda en yüksek değer olan yüzde 65’e çıkıyor, ama bir oturumun sonuna doğru değerlendirilen hükümlü için, en düşük değer olan yüzde 20’ye iniyordu.
Genelde insanların akılcı birer karar mercii olduklarını; bilgiyi içselleştirip işledikten sonra makul bir yanıt ya da çözüme ulaştıklarını varsayarız. Ama işleyiş gerçekte böyle değildir. Önyargıdan kaçınmak için uğraş veren yargıçlar bile kendi biyolojileri içine hapsolmuşlardır.
5- SİZE İHTİYACIM VAR MI?
İnsan olmayan karakterlere niyet ve amaç atfetme eğilimi, Fritz Heider ve Marianne Simmel adlı psikologların 1944’de yaptıkları bir kısa filmde vurgulanmıştı. Filmde iki basit şekil –bir üçgen, bir daire- bir araya gelir ve birbirleri çevresinde dönerler. Bir süre sonra daha büyük bir üçgen çıkagelir ve küçük üçgene çarparak onu iter. Daire, yavaşça dikdörtgen bir yapıya doğru sinsice sokulur ve dikdörtgenin açık ucunu arkasından kapatır. Bu arada büyük üçgen küçük üçgeni kovalamaktadır. Derken dikdörtgenin kapısına doğru tehditkâr bir edayla yaklaşır, kapısını iterek açar ve bu sefer daireyi kovalamaya başlar. Daire telaşla kendisine kaçacak yollar arasa da başarısız olur. Durumun tümüyle umutsuz göründüğü bir sırada küçük üçgen yine çıkagelir, kapıyı çekerek açar ve daire dışarı fırlayarak onun yanına gider. Birlikte kapıyı kapatır ve büyük üçgeni içeriye hapsederler. Burada kalakalan büyük üçgen kendini duvarlara vurmaya başlar. Dışarıda ise, küçük üçgen ve daire yine birbirleri çevresinde dönmektedir.
Bu kısa filmi seyreden insanlara gördüklerini anlatmaları söylendiğinde, oradan oraya giden basit şekillerden bahsettikleri ne düşünüyor olabilirsiniz. Bütün film ne de olsa koordinat değiştiren bir daire ve iki üçgenden ibaret çünkü.
Ama izleyicilerin anlattığı bu değildi; anlattıkları bir aşk, kavga, kovalamaca ve zafer öyküsüydü. Heider ve Simmel bu animasyonu, çevremizde toplumsal niyet algılamaya ne kadar hazır olduğumuzu göstermek için kullanmışlardı. Gözümüze çarpan şey hareket eden şekillerden ibaret olduğu halde, bunlarda toplumsal bir hikâye biçimini almış anlam amaç ve duygular algılarız. Nesnelere hikâye yüklemekten başkası gelmez elimizden.
Gösteri bu kadardı. Kısa ve konuşmasız olay örgüsü, ayılardan birinin ördeğe yardımcı olması, diğerinin de ona kötü davranmasından ibaretti.
Perde kapanıp yeniden açıldığında iki ayıyı da alıp izlemekte olan bebeğin yanına götürüyor, onları yukarı kaldırmakla da, bir tanesini oynamak üzere seçmesini işaret etmiş oluyordum. İlginç biçimde, Yale araştırmacılarının bulgularına da uygun olarak, bebeklerin neredeyse hepsi iyi yürekli ayıyı seçmişti. Bu bebekler yürüyemese ve konuşamasalar da, başkaları hakkında yargıda bulunmak için gerekli araçlara şimdiden sahiplerdi.
Beyin devrelerimizin yaşamımızın her anında, yüz ifadelerinin sunduğu son derece belli belirsiz ipuçlarından yola çıkarak başkalarının duygularını çözümler.
Yüzleri bu kadar hızlı ve otomatik biçimde nasıl okuduğumuzu daha iyi anlamak için, ben de bir grup insanı laboratuvarıma davet ettim. Yüz ifadelerindeki küçük değişimleri ölçebilmek amacıyla, biri alnına biri de yanağına olmak üzere katılımcıların yüzlerine iki elektrot yerleştirdik; ardından yüz fotoğraflarına bakmalarını istedik.
Katılımcıların, örneğin gülümseyen ya da somurtan birinin fotoğrafına baktıklarında, kendi yüz kaslarının da –çoğunlukla belli belirsiz biçimde- kıpırdadığına işaret eden kısa dönemli elektriksel etkinlikler ölçümleyebildik. Bunun nedeni, yansıma (mirroring) adı verilen bir olguydu. Katılımcılar, görmekte oldukları ifadeleri taklit etmek için, otomatik olarak kendi yüz kaslarından yararlanıyorlardı. Kas hareketleri doğrudan seçilemeyecek kadar küçük olsa da, fotoğraftaki gülümseme, katılımcının gülümsemesiyle yansıtılmaktaydı. Çünkü kasıtlı olarak yapmasalar da, insanlar birbirini taklit ederler.
Deneyimizde Botox kullanıcıları aynı fotoğraflara baktıklarında, yüz kasları elektromiyogramda daha az taklit özelliği göstermişti. Bu bir sürpriz değildi elbette, çünkü kaslarını bilerek zayıflatmıştık. Asıl sürpriz, ilk olarak 2011’de David Neal ve Tanya Chartrand tarafından bildirilen başka bir şeydi. Onların da deneylerinde yapmış olduğu gibi, her iki gruba (Botox’lu ve Botox’suz) da belirli yüz ifadelerini yansıtan fotoğraflar gösterdik ve dört sözcükten hangisinin yüzündeki duyguyu en iyi ifade ettiğini sorduk.
Ortalamada, Botox’lu katılımcılar, fotoğraflardaki duyguları belirlemede diğerlerinden daha başarısız olmuştu. Ama neden? Bir varsayıma göre, yüz kaslarından gelmesi gereken geribildirimin eksikliği, başka insanları okuma becerilerini olumsuz yönde etkilemişti. Botox kullanıcılarının görece hareketsiz yüzlerinin, onların duygularını anlamada zorluk yarattığını biliyoruz. Bu noktada asıl sürpriz, aynı donuk kasların, onların da başkalarını okumalarını zorlaştırmasıydı.
Empatiyle gelen mutluluk ve acı
Acı içindeki birini izlemek ile acıyı hissetmek, aynı nöral mekanizmadan yararlanır. Empatinin temeli de budur.
Bazıları diğerlerinden daha eşit
Daha önce de değindiğimiz gibi, bir başkasını acı içinde görmek, insanın kendi acı matrisini harekete geçirir ve empatinin temeli de budur. Bu nedenle, empatiyle ilgili sorularımızı artık bir üst düzeye taşıyabilirdik. Referans koşullarını bir kez sağladıktan sonra, bunun üzerinde çok basit bir değişiklik yaptık. Ekranda yine aynı altı el belirdi, ama bu sefer her birinin üzerinde tek sözcükten oluşan bir etiket vardı. Hıristiyan, Yahudi, Ateist, Müslüman, Hindu ya da Scientoloji müridi. Gelişigüzel biçimde seçilen bir el yine ekranın ortasında hareket ederek büyüyor ve ele yine ya pamuk çubukla dokunuluyor ya da iğne saplanıyordu. Deneysel sorunumuz ise şöyleydi: Dış gruba ait bir bireyin canının yandığını gördüğümüzde, beyniniz yine aynı ölçüde endişe duyar mı?
Sonuçlar, bireyler arasında göze çarpar bir değişkenlik olduğunu göstermişti; ancak ortalamada insanların beyinleri, kendi iç gruplarında bulunan birinin acı çekmesi durumunda daha büyük bir empati tepkisi gösteriyor, bu tepki, dış gruptan biri söz konusu olduğunda azalıyordu.
Çalışmamızda ateistler bile “ateist” etiketiyle işaretlenmiş eldeki acıya daha fazla, diğer etiketlere daha az empati tepkisi vermişlerdi. Buna göre elde ettiğimiz sonu. Temelde dinle değil, katılımcıların hangi takımda yer aldığı ile ilgiliydi.
Böylece insanların, dış grubun üyelerine daha az empati duyabildiğini görmüş oluyoruz. Ama şiddet ya da soykırım gibi bir olguyu anlamak için, bir parça daha derine “insandışılaştırma” (dehumanization) kavramına inmemiz gerekiyor.
Hollanda’daki Leiden Üniversitesi’nden Lasana Harris, bunun nasıl gerçekleştiğini anlamaya bir adım daha yaklaşmamızı sağlayan bir dizi deney gerçekleştirmişti. Harris’in çalışmaları, beynin toplumsal ağı, özellikle de medial prefrontal korteks (mPFC) bölgesindeki olası değişimlere odaklanıyordu. Burası, başka insanlarla etkileşime girdiğimizde ya da başka insanları düşündüğümüzde etkileşen (ancak ilgimizi cansız nesneler, örneğin, bir kahve kupasına yönelttiğimizde etkinlik göstermeyen) bir bölgedir. Harris, gönüllülere farklı toplumsal gruplardan insanların (örneğin evsizler ya da madde bağımlılarının) fotoğraflarını göstermiş ve mPFC bölgesinin, evsiz birinin görüntüsü karşısında diğerlerine göre daha az etkin olduğunu bulmuştu. Kişi, sanki daha çok bir nesne olarak algılanmıştı.
Beyinlerimizin, başkalarını insandışılaştırmaya yönelik siyasi hareketlerle manipüle edebileceğini ve bunun da insan edimlerinin en karanlık yüzünü harekete geçirebileceğini gördük.
6-KİME DÖNÜŞECEĞİZ
Bir “beliren özellik” olarak bilinç
Karıncalar yeterli sayıya ulaştıklarında bir süper-organizma belirlemeye başlar; öyle ki, bu oluşumun toplu özelliklerinden daha karmaşık ve ayrıntılıdır. “Belirme” olarak bilinen bu olgu, basit birimlerin doğru yönde etkileşim kurmaları sonucunda daha büyük ve kapsamlı bir oluşumun ortaya çıkışını betimler.
Tek haldeki bir nöron, her şeyden habersiz, karanlıkta yaşar. Ve her nöron da yaşamını diğer hücrelerin oluşturduğu bir ağa gömülü olarak, yalnızca sinyallere tepki vererek geçirir. Sizin varlığınızdan da haberdar değildir. Bütün hedeflerinizin, planlarınız ve becerileriniz tümüyle bu küçük nöronlara bağlı olsa bile, onların yaşadığı dünya daha küçük ölçeklidir; neyi inşa etmek üzere bir araya geldiklerinden haberleri bile yoktur.
Hem karıncalar hem de nöronlar, yaşamlarını yerel kuralları uygulayarak geçirirler. Karıncalar bu tutumlarıyla farkında olmadan karmaşık koloni davranışlarını, nöronlar ise bizleri ortaya çıkarırlar.
Baktığınız her yerde “beliren özellikler” içeren sistemler görürsünüz. Bir uçaktaki hiçbir metal parçası, tek başına uçma özelliğine sahip değildir; ama parçaları doğru biçimde bir araya getirdiğinizde uçma olgusu belirir. Bir sistemin parça ve bileşenleri tek tek çok basit özellikler taşıyabilir; önemli olan etkileşimdir.
Yayınevi : Domingo Yayınevi
Yazar : David Eagleman
View Comments (0)