Son birkaç yıldır iyi aktörler bu savaş filmlerinde rol almak istemediğinden midir bilinmez dişe tırnağa dokunur bir savaş filmi vizyona girmedi. Başarılı bir filme hasretken Dunkirk ve Hacksaw Ridge‘in haberini imdb’ye düştüğünde hemen takip listeme eklemiştim. Geçenlerde Hacksaw’ı evde, dün de Dunkirk’ü sinemada izleme şansı buldum. Hacksaw konu ve oyunculuk anlamında hayranlık uyandırırken, Dunkirk de tam anlamıyla bir hayal kırıklığı oldu. Daha önce de Dağ 2 filminde aynı hayal kırıklığını yaşamış ve nedenlerini de yazmıştım. | Dağ 2 Film Eleştirisi |
Dunkirk
2.Dünya Savaşı’nın başladığı dönemlerde Nazi orduları, İngiltere, Kanada, Fransa ve Belçika’dan oluşan müttefik kuvvetlerini Dunkirk’te sıkıştırmıştı. 400 bin askerin arkasında deniz, önünde Nazi ordusu vardı. Kıskaca alınan askerlerin üzerindeki baskı günden güne artıyor, şehirde Nazi askerlerine karşı savunma savaşı veren Fransız savunma hattı günden güne zayıflıyordu. Sahilde kalan askerler ise havadan Nazi uçaklarının bombardımanı altındaydı. Tam da o günlerde İngiltere Başbakanı Winston Churchill büyük bir risk alarak askerlerin denizden tahliye edilmesine karar verdi.
Oldukça cazip ve ilgi çekici bir konusu olması nedeniyle filme büyük bir heyecanla gittim fakat, birkaç karakter dışında savaş duygusunu verebilen oyuncu/sahne yoktu. Filmde sahneler ve olaylar bölük pörçük, anlaşılması güç ve takibi zorlaştıracak bir şekilde kurgulanmış. Oldukça etkileyici sahneler içeren filmde, sahneler arası bütünlük sağlanamadığından kalıcı bir duygusal etki yaratamıyor.
Hacksaw Ridge
Filmi yönetmenini bilmeden izlemiş olsam, gerçekten oldukça başarılı bir propaganda filmi olmuş ve ABD ordusunun bilinen kan emici algısının aksine “hayat kurtaran” bir yapıda olduğu algısı üzerine çalışılmış derdim. Fakat yönetmenin Mel Gibson olduğunu gördükten sonra içeriğin bu kadar yavan olmadığını anladım. Filmde vicdani redci dindar bir Hristiyan olan Desmond T. Doss kendi kurallarına sadakati ve bu kurallara bağlı kalma konusundaki azmi eşsiz bir dille anlatılmış.
Mel Gibson’un dindar bir Hristiyan olduğunu sinema ile az çok ilgili olan her izleyici mutlaka bilmektedir. Özellikle The Passion of the Christ (İsa’nın Çilesi) filminin planlama aşamasından başlayarak yayınlandığı döneme kadar Yahudi düşünce kuruluşlarının yaylım ateşine tuttuğu ünlü yönetmen çıkartılan tüm zorluklara rağmen filmin yapımından vazgeçmemiş ve büyük tepkilerle karşılaşmıştı.
Filmde insan öldürmenin kendi inançlarına aykırı olduğunu belirten, değil savaşmak silaha el dahi sürmeyi ret eden bir askerin çektiği sıkıntılar, gördüğü psikolojik ve fiziksel şiddet oldukça etkili bir şekilde sahnelenmiş. Savaşta insan öldürmeyi ret eden Er Doss’un orduya muharip er olarak katılmak istemez, yoğun ısrarlar ve sıkıntılı bir sürecin sonunda sıhhiyeci sınıfında ordu katılır ve Japonya’ya gönderilir. Japonya’da eşsiz başarılar gösteren Doss savaş alanında terk edilen onlarca askeri kurtararak insanlık tarihine adını altın harflerle yazdırır, zira kurtardıkları arasında yaralı Japon askerleri de bulunmaktadır.
Filmin yapım kalitesinin yanı sıra öykü de oldukça etkileyici. Hayatını kabul ettiği prensipler çerçevesinde yaşayan, bu çerçevede yaşadığı hayatın tüm zorluklarını göğüsleyen, sıkıntı ile karşılaştığında prensiplerini terk etmeyen herkese derinden bir saygı besliyorum. Sanırım film bu yönüyle de beni yakaladı.
İki filmi de izledikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki kesinlikle Hacksaw Ridge izleyin. Dunkirk’ün yönetmeni Christopher Nolan‘ın filmleri genellikle görselliği ağır basan içerik itibariyle zayıf filmler olarak karşımıza çıkıyor. Mell Gibson ise ayakları yere basan ciddi bir konuya sahip ve içeriğin kaldırdığı ölçüde görsellikle harmanlanmış yapımları izleyiciye sunuyor. Her iki yönetmen de değerlendirdiğimiz iki filmde kendi karakterleri doğrultusunda yapımlar ortaya koymuşlar, tercihim Mel Gibson’dan yana, ya sizin?