Günümüz dünyasında algısı açık, toplumsal duyarlılığı yüksek ve düşünerek yaşayan insanın karşısındaki en organize düşman şüphesiz televizyon. Üretildiği ilk günden bugüne kadar onlarca farklı açıdan eleştiriye maruz kalan bu icat, bir eşya olarak varlığından çok daha geniş bir mahiyete sahip olagelmiştir.
Kitap 1981 yılında yayınlanmış olmasına rağmen günümüz televizyon dünyasına ışık tutmaktadır. TV yayınlarının bayağılığı, insan zihnini nasıl körelttiği, toplumsal ahlakı çökertmedeki mahareti, saçma sapan yarışma programlarının neden bu kadar saçma olduğu, bu saçmalığın tesadüfi mi yoksa planlı çabanın mı bir sonucu olduğu gibi toplumu derinden etkilecek soruların cevaplarına kitapta yer verilmiş.
Özeti okuyabilmeniz için değerlendirme kısmını kısa tutmaya özen gösterdim, ricam özeti okumaya vaktiniz yoksa bile lütfen en azından kalın harflerle yazılı bölümleri okuyun ve mümkünse arkadaşlarınıza da gönderin. Zira yazarın da dediği gibi: “Yeterince zeki ve azimli insan değişikliğin şart olduğuna kanaat getirir ve bu değişiklikleri yapmak için harekete geçerse, demokrasilerde çare tükenmez.”
Amerikan popüler kültürü dünya genelinin popüler kültürü haline geldi. Bu itibarla, Amerikan televizyonu sırf mahalli olgu olmaktan öte bir şeydir. Tüm dünyayı cezbetmekte, bazen de ürkütmektedir.
Amerikan televizyonu bir Amerikalı için kendi tabii çevresinin parçalarını teşkil eder. Soluduğu hava gibi sorgusuz sualsiz kabul edilir (gerçi hava kirlenmesi artık milli bir mesele olduğundan, o kadar değil). Pek az Amerikalı, televizyon sistemlerinin hiç de yegane mümkün veya kabul edilebilir sistem olmadığı gerçeğini görmektedir.
Pasif alıcılığa
Önemli bir anlamda Huxley’nin cesur yeni dünyasını yaşıyoruz şimdi; adına da ‘’televizyon çağı’’ diyorlar.
Bizler devrimleri siyasi hadiseler, mevcut hükümet sistemlerinin şiddet yoluyla yıkılması cinsinden düşünmeye yatkınız. Oysa, biz hissetmeden hayatımıza nüfuz eden teknolojik ve ekonomik devrimlerle kıyaslandığında siyasi devrimler çok daha az derin etkiye sahip kalıyor.
Çoğu insanlar boş zamanlarının büyük bir kısmını televizyonun önünde harcıyorlar, dünya hakkındaki malumatlarının çoğunu televizyondan elde ediyorlar; siyasi tutum ve kararlarını televizyon şekillendiriyor; ve onları almaya ikna ettiği mallarla da hayat tarzlarını belirliyor.
İngiliz, Kanada ve Amerikan meclislerinin ve kongrelerinin televizyondaki şiddet ve pornografi gibi konuları araştıran ciltler dolusu komisyon raporları, kütüphane raflarında okunmadan ve önemsenmeden, televizyondaki cinsellik ırza geçmeleri arttırıyor mu yoksa azaltıyor mu veya ekrandaki şiddet gerçek hayatta daha mı fazla yoksa daha mı az şiddete yol açıyor gibi can sıkıcı sorulara ışık tutmadan tozlanıyor.
Mesaj, aracın kendisidir.
Fransız yenilikçi ressam Marcel Duchamp New York’taki bir sanat sergisine sergilenmek üzere bir klozet koyduğunda, bir olgunun temel önemine dikkat çekmişti: İster insan yapımı ister tabii olsun, nesne alışılmış konumundan çıkarılıp bir kaide üzerine veya çerçeve içine konulduğunda, ‘’Bana bakın, ben burada seyredilmek için varım’’ demeye başlar ve bu nesne anında bir sanat eserinin bazı özelliklerini kazanır. Klozet de yeni konumda, günlük hayatta kullanılan bir nesneden ziyade üç boyutlu bir şekle sahip bir biçim olarak görülmektedir. Klozetin taşıdığı anlam onu sergileme fiiliyle değiştirilmektedir.
En iyi tanımı, dünyanın taklitle yeniden üretilmesi şeklinde yapılabilecek olan drama, bizim ‘’gerçek’’ yaşamlarımızdaki vaziyetlere aynalık eder.
Birbirlerine komşularının aşklarını ve hastalıklarını anlatırlar. ’’Gerçekten de, bana öyle geliyor ki, bu, en temel insani dürtülerinden birisidir. Yiyecek, barınak ve üremenin tatmininden sonra başkalarının başından geçenlerin dedikodusunu yapma dürtüsü bütün insanların başta gelen ilgilerinden birisidir. Bütün kurguların, hikâyelerin ve dramanın da kaynağıdır. Başka insanların başına ne geldiğini, yaşamlarındaki zorluklarla nasıl uğraştıklarını duymak, kişilerin ve fikirlerin yaşaması noktasında son derece önemlidir; bu, sonu gelmeyen öğrenme sürecinin parçasıdır.
Oyuncular sırf insan türünün ilginç, hatırlamaya değer, fiziken güzel örnekleri oldukları için kendilerini seyreden insanlara büyük bir zevk verirler. Oyuncular, sanatsal ve zihni becerilerinden başka fiziki vücutlarını para için halka teşhir eden kişilerdir. Hepimiz biliyoruz ki, büyük yıldızlar için geçerli olan şeyler daha az parlak kişilerin cazibesine ve başarısına da katkıda bulunmaktadır. Bir anlamda bütün oyuncular teşhircidir; seyredilmekten, çekici ve bakılmaya değer bulunmaktan zevk alırlar. Bunun gibi drama izleyicileri de belli bir anlamda röntgencidir.
Mesela, hafif bir dizide hamile kalan bir karakteri canlandıran bir aktris, bu hamileliğin hayali olduğunu bilen izleyicilerden hediye bebek elbiseleri alacaktır. Ekranda tanınmış karakteri canlandıran aktör veya aktrisler umuma mal olduklarında çoğunlukla canlandırdıkları karakterlermiş gibi muamele görürler. (Ülkemizde de Kurtlar Vadisi dizindeki Çakır öldürüldüğünde gerçek bir insan ölmüş gibi cenaze namazını kılan bir grup görmüştük.)
Aylar, hata yıllar süren bir dönemden sonra, izleyiciler bu karakterle özdeşleşmiş, onların hayatlarını vekaleten yaşıyor olurlar. Bu kişilerin şuurlu – ve belki de daha çok şuuraltı- zihinleri kitlelerin kollektif şuuraltının temsilcisi sayılabilir.
Şuna inanıyorum ki, günümüz Amerikan televizyonunda sürekli biçimde yenilen örnek karakterler panteonu, bir bütün olarak ülkenin içinde bulunduğu fiili gerçeklikten başka, ortalama Amerikalıların ortak ruh halini, ortak korku ve arzularını, nevrozlarını ve kabuslarını yansıtmaktadır.
Gerçekten de, toplumun hastalıklarının gerçek teşhisi televizyonda sunulan dünyanın ciddi bir gözden geçirilmesinden pekâlâ başlayabilir. Farklı fertler farklı okullara, farklı dini öğretilere, farklı sosyo-ekonomik çevrelere, farklı konuşma ve söylem düzeylerine maruzdur. Fakat neredeyse istinasız, bu fertlerin hemen hepsi televizyon aynasında görünen dünyaya maruz kalmakta ve bu dünya tarafından beslenmektedir. Televizyon bu toplumdaki fertlerin pratikte ortaklaştıkları tek faktördür. O, birleştirici temel tecrübedir. Bu anlamda, televizyon – ve bilhassa da ona şekil veren hayali (kurgusal) dünya – gerçekliğe ilişkin şuurumuza biçim veren hakim bir unsurdur.
Yazılı hikâye genellikle tasviri tefekkür ve sesiz değerlendirmeyle birleştirir ve bağımsız bir yalnızlık içinde okunmayı gerektirir; televizyon imajı ise drama’dır, bir görgü şahidinin duygularıyla dâhil olduğu, olayın tamamını veya (olayın) hakiki anlamanı değerlendirmesini sağlayacak kadar büyük kısmını görebileceğinden fazla yaklaşarak tecrübe ettiği bir olaydır.
Örneğin, saatlerce sürmüş siyasi gösteride, polis coplarının bir grup göstericinin üstüne indiği otuz saniye büyük ihtimalle büyük olayın televizyona çıkarılan tek kısmı olacaktır. Dahası, bu kısa parçası, onu çok daha dramatikleştirecek bir montaj gerilimi katılarak edite edilir.
İşte tam burada meselenin özüne gelmiş bulunuyoruz: Asıl itibariyle dramatik bir iletişim aracı olan televizyon ta başından beri dramatik, duygusal, şahsileşmiş muhtevalı malzemelere vurgu yapması için, mahiyetinin – kendi iç mantığının- zorlanmasına maruz kalmıştır. Bu yüzden TV izleyicileri tarafından öncelikle bir eğlence aracı algılanmakta; haberler belgeseller ve siyasi yayınlar da dâhil olmak üzere bütün programlar hakkında son adımda eğlence değeriyle hüküm verilmektedir.
Yani, başarılı bir haber yayını azami heyecan, yoğun duygu ve eğlence içeren bir yayın olmalıdır. Ne var ki, heyecan konusunda azalan verim kanunu işlemektedir: İzleyiciler şiddete alıştıkça, şiddet etki uyandırabilmesi için daha şiddetli olması gerekir. Bu ana yayın kuşağındaki dramatik diziler için olduğu kadar, haberler içinde geçerlidir. Şiddet ‘’iyi’’ televizyon üretir. Ve haber programlarının editörlerinin peşinde olmaları nedeniyle, şiddet hangi haber programında olursa olsun merkezi bir yere koyulmaktadır. Terörizm, bombalamalar, suikastlar, adam kaçırmalar, rehine almalardaki artışın televizyonun mahiyetiyle ve onun dünyadaki birincil bilgi kaynağı konumuna yükselmesiyle yakından ve organik bağlantısı olduğu bana açık geliyor. Çağdaş suçluların TV’ye çıkma talebine alışır dolduk.
Haber programlarını heyecan verici kurmaca programlarla ve çoğu zaman sadomazoistik dramanın sonu gelmez seliyle baş edebilmesine yaran heyecanı ve şiddeti getiren teröristlerin bilfiil televizyon için çalıştığı söylenebilir. Televizyon haber programlarını yürüten kişiler namuslu vatandaşlardır ve şefkatli insanlardır ( arkadaşlarımdan bazılarını sayıyorum), ama dünyanın bir köşesinde bir felaket meydana geldiğinde, olayın raporu teleksten çıkarken gözlerine bir heyecan aracının mahiyetidir. Felaketli bir olayın olmadığı bir gün yavan bir gündür ve yavan bir yayın üretecektir, yaban bir yayın ise onların hem şahsi hem de mesleki başarısızlıklarına neden olacaktır.
Yarışma programları, onları düzenleyenlerce ‘’başarısı apaçık eğlence’’ diye gülerek karşılansa da, bunlar bana kültürümüzün acınası bir yüzü olarak görünüyor. Bunların büyük bir kısmı katılımcıların ( ve bazı durumlarda, yeni evli çiftlerde olduğu gibi, katılımcıların yaşamlarının mahremiyetine ait ayrıntıların teşhir edilmesiyle sıkıntı verilerek ) sıkıştırılması ve rencide edilmesinden zevk alınması açısından sadomazoistik olmakla kalmayıp, yarışma kavramlarının çoğunun temelinde yatan varsayımların huzursuz edici yönlerinin altını çizmekte ve bana eski Roma’nın gladyatör yarışmalarının çağdaş bir örneği olduğunu düşündürmektedir.
Reklamların senaryoları, insanların gerçek ürünlere gerçek paralarını harcamalarını sağlamak için fantazinin gücünü kullanmaya dönük tasarlanmıştır. Aynı zamanda bu ürünleri yarı sihirli failler biçimde mitolojikleştirirler. Meşrubat, şarap, parıldayan su bardağı olumlu pozitif etkilerinin ötesinde, psikolojik faydalara sahip bulunduğu varsayılabilse zımni zevk iksirleri haline gelir.
Mesela, ABD’deki öğretmenler ve eğitimciler arasında şu konuda genel bir görüş birliği var. Son yirmi yıldır öğrencilerin dikkat süreli belirgin derecede azaldı. Bu rahatsız edici eğilimin, çocukların izlediği televizyon programlarında sık sık araya giren reklamlarla ilgili olduğu apaçık.
California Eğitim Dairesinin yürüttüğü ve yarım milyon altı ila on ikinci sınıf öğrencilerini kapsayan 1980 yılı araştırması yüksek düzeyde TV izleme (günde üç veya daha fazla saat) ile düşük sınav notları arasında güçlü bir istatistiki bağı gözler önüne serdi.
Pornografi ise bazı eylemlerin tamamen insani bağlamlarından çıkarılması, insanların mekanik ameliyelerin nesneleri haline dönüştürülmesi ile bu eylemlerin tecrit edilerek gerçekliğin saptırılması olarak tanımlanabilir.
Televizyondaki pornografi büyük ölçüde şiddete dayalı bir pornografidir. Tipik suç bölümünün finalindeki çatışma sahnesinde kurşun yağmurunun altında kalan kurbanlar hiçbir zaman insan olarak sergilenmez; bu kurbanlar hiçbir zaman herhangi bir acı işareti göstermezler; üstlerinden de çok zor kan akar. ‘’Armut’ gibi o kadar çok yere düşerler ki, ancak haz çığlıklarıyla sayılabilirler. Arkalarından gözyaşı dökecek akrabaları olup olmadığı hiçbir zaman öğrenemeyiz.
TV’deki ucuz, gayriinsani cinselliğin ve şiddetin çoğalması uzun dönemde zararlı bir etki gösterecektir, ama sadece TV izleyicileri tarafından şiddete daha fazla dayalı eylemlerin teşvik edilmesinde değil, aynı zamanda bu tür malzemelere maruz kalanların duyarlılıklarının adım adım köreltilmesinde de etkili olacaktır.
TV programları izleyicilerin hassasiyetlerini köreltmek yerine insani durumları ve karakterleri gerçek sanat karmaşıklığıyla işleyerek izleyicilerin idrak duygusu keskinleştirmeli ve onların konuyu daha genişlemesine duymasına ve anlamasına yardımcı olmalıdır.
Seyredenlerin duygularını körelten ve sığ ve gayriinsanileştirici eğlenceye maruz kalmanın uzun dönemdeki öldürücü etkisiyle kıyaslandığında dikkat süresinin kısalması ve yoğunlaşmanın kaybedilmesi önemini yitirmektedir. Amerikan ticari televizyonundaki programların on iki yaşında bir çocuğun zihin seviyesini hedeflediği sık sık söylenir. Bu ister şuurlu benimsenmiş bir siyaset olsun, isterse piyasa araştırmasıyla üreticilerin izleyicilerini küçümseme tavrının birleşimi olsun, önemli değil. Önemli olan, böylesi malzemelere sürekli maruz kalmanın birkaç nesil sonra genel zihin seviyesinde bir düşüşe sonuçlanacak olmasıdır.
Dünyadaki gelişmiş ülkelerin nüfusunun büyük kısmının zaten bu ümmi aşamadan hiç çıkmadığını, ciddi gazete ve kitapların toplumun çoğunluğunca okunmadığını, kitlelere nüfuz edebilen ve şevkle benimsenen ilk iletişim aracı olan televizyonun bu vakayı sadece daha görünürleştirdiği iddia edilebilir. Bu görüş isabetli olsa da reklamların yalancı muhakemesi ve yarı sihirli, çoğu mizahlarının sığlığı, anayayın kuşağı programlarında en temel şiddet ve cinsi tahrik duyguların suiistimal edilmesi, kısaca Amerikan televizyonunun sunduğu malzemelerin ilkelliği yine de kavgı uyandırmalıdır, çünkü ilk kez toplumun zekâca en az gelişmiş kesimi, toplumun başta gelen bilgilenme ve iletişim aracının zekâ seviyesine hükmetmektedir. Diyelim ki, bu daha önceki dönemlerde şimdiye göre daha az insan kitap ve ciddi gazete okuyordu, ama en azından onları okuyan ve en etkin vatandaşları içine alan azınlık entelektüel hayatını nispeten yüksek bir düzeyde tutuyordu. Çağımızda ise entelektüel elit üyeleri dahi, TV’nin karşısına geçmeyi alışkanlık edinmiştir ve onlardan eğer bu araçla iletişimde bulunmak istiyorlarsa onun seviyesini kabul etmeleri istenmektedir.
Televizyonun zekâ ve sanat düzeyinin on iki yaşındaki bir yeni yetmeyi hedeflemesi sanat ve zeka yönünden gelişme vadeden kişileri tamamen engellemektedir. Bu aynı zamanda kitlelerin muhakeme gücünü ve beğenilerini de köreltmektedir. TV’nin insanlara ne istiyorlarsa onu verdiği iddiası ise batıl bir düşüncedir.
(*) Hâlihazır durum karşısında hiçbir şey yapılamayacağını söylemek ve televizyonun on iki yaşındaki bir çocuğun zekâ seviyesine uydurulması gereği hayatın bir gerçeğiymiş gibi hareket etmek alçakça bir bozgunculuk ve keyifsiz bir kendini beğenmişliğin karışımıdır. Yeterince zeki ve azimli insan değişikliğin şart olduğuna kanaat getirir ve bu değişiklikleri yapmak için harekete geçerse, demokrasilerde çare tükenmez.
New Yorker’daki köşesinde Johny Carson’ın 1979’da yazdığı şu ifadeleri Kenneth Tynan iktibas ediyordu: ’’Dayanıklı mallar- sabun veya hamburger gibi satıyor olabilirsiniz, ama bunu kültürmüş gibi sunamazsınız.’’ Konu bundan daha beliğ ve veciz ifade edilemez.
TV: Bir Eğitim Kaynağı
Bundan bir veya iki yüzyıl sonra gelecek kuşaklara göre yirminci yüzyıldaki en büyük Amerikan felaketi ne olacak? (Galiba ne Büyük Buhran, ne Pearl harbor, ne Vietnam Savaşı, ne Watergate, ne de çift rakamlı enflasyon; bu felaketi olsa olsa Amerikan televizyonu veya yüzyılımızın başta gelen bilgilendirme ve eğlenme aracının neden olduğu tarihi olaylar zinciri, kültür ve demokrasinin seviyesinin yükseltilmesinde, kitlelerin aydınlatılmasında potansiyelinin o kadar zengin olmasına rağmen, toplumda olumlu değil, olumsuz bir güç olmasına izin verilmesi teşkil edecek.)
Bu durum temelde, modern bir toplumun eğitim sistemine bir meydan okuyuşu temsil etmektedir. Çocuklara okula gitmeden önce bile ulaşan; onların zihni gelişimlerini okulda aldıkları eğitim kadar güçlü biçimde şekillendiren; bir bütün olarak toplumun zeka ve kültür seviyesinin belirlenmesinde böylesi kritik bir rol oynayan bir araç olarak televizyon, bu bağlamda, mutlaka bir milletin eğitim sisteminin asli cüz’ü olarak görüşülmelidir. Bir milletin kültürel organizmasının bu derece hayati bir kısmı-reklamlar için seyircilerin azamileştirilmesi gibi- bu mülahazalarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir ana hedefe, üstelik şuur ve zeka seviyesinin yükseltilmesine değil isteyerek veya istemeyerek düşürülmesine meyleden bir hedefe uydurulmuş olması karşısında ilgisiz kalınamaz. Bir yanda toplumun apaçık hayati endişeleriyle, bir yandan ise toplumun bu endişelerle başa çıkması için aydınlatılmasında ve kitle iletişimin asli aracının kullanımında başarısız oluşıu arasındaki bu çatışmanın hakiki bir trajedik boyutu vardır. Sonuç, ABD sanki bir asır öncesinde sanayi çağını bahse değer ciddi bir basına sahip olmadan yaşamaya çalışmış, siyasi tartışmasını basit mizah hikayeleri ile ve çizgi filmlerle yürütmüş gibi olacaktır.
Bu benzetme zorlamalı, teşhis de haksız yere haşin görünebilir. Peki ama,, bir toplumun çoğunluğunun birincil zihin saikini, düşünce gıdasını, değer sistemini bir yeni yetmenin zekasına seslene bir iletişim aracından aldığı bir vaziyet felaket değildir de nedir? Önemli bir millet bebe ağzıyla konuşmaya dayanarak varlığını sürdürebilir mi? Gündüşleriyle beslenen bir toplum gerçeğe ulaşabilir mi?
Bazı değişikliklerle beraber barutun varlığını bilen, fakat asırlarca onu sırf seyirlik havai fişek yapımında kullanılacak bir eğlence aracı olarak görünen Çinlilerin haline benziyor. Çinliler buluşlarının pek keyif verici olmayan potansiyelini görmezden gelmesinin faturasını, aynı teknolojiyi, yüzyıllardır ayakta duran Çin üzerinde siyasi üstünlük kurmak için askeri amaçlarla kullanan Avrupalılarla karşılaştıklarında çok ağır ödeyeceklerdi.
Toplumuzdaki çoğu gençler, en geniş anlamda kültür dünyasıyla televizyon sayesinde karşılaşıyorlar ve beğenileri ilk kez televizyonla şekilleniyor ve gerçekten bozuluyor ve kırılıyor. Büyük sanatlara, en yüksek zeka yolculuklarından hoşlanmaya kimse zorlanmamalı, fakat herkes en azından onlarla karşılaşma imkanına sahip olmalıdır. En umumi ulaşılabilen iletişim aracında insan başarısının bu sahalarına ulaşmanın reddedilmesi, temel bir insan hakkının reddedilmesidir. Her şeyin ötesinde , kültürel faaliyetin bir bütün olarak kapsamını kuşatacak bir televizyon uzantısı, en büyük ve en hayati insan hürriyetlerinden birisinin yeniden tesis edilmesi olarak görülmelidir.
Yayınevi : Pınar Yayınları
Yazarı : Martin Esslin